SEVGİDEN
ÖTESİ VAR
Kırk
bir yıl önce Almanya'daki Türk işçi çocuklarının eğitimiyle
görevlendirildiğimde Ankara Ulus İlkokulu'nda vedalaştığım birinci sınıf
öğrencilerimi hatırladım. 1981'in Aralık ayıydı. Sınıfın tamamına yakını
okumaya yazmaya başlamıştı. Öğrencileri tarafından çok sevilen bir öğretmen
olduğumu da biliyordum. Ayrılırken sınıfımın tamamına yakını ağlamıştı.
İçlerinde sesli ağlayanlar da vardı. Dönüşte Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni
olarak orta öğretime geçtiğim halde ilkokulda bıraktığım öğrencilerimden
bazıları beni arayıp bulmuştu. Bunca yıldan sonra tekrar bir ilkokula girecek,
sevgisi de öfkesi de samimi olan ve dünyanın en güzel, en tatlı, en sevimli
varlıklarıyla tanışacaktım. Bu, benim için hem nostaljik hem de heyecan verici
bir karşılaşma olacaktı.
Tanışacağım
iki sınıf son çıkan "Sevgiden Ötesi Var" adlı kitabımı okumuşlardı. Bu kitap
yıllarca liselerde okutulan ders kitaplarımdan, gezi, roman ve hikâye
kitaplarımdan sonra çocuklar için yazdığım ilk kitaptı. İlkokul dördüncü sınıf
öğrencileri bakalım kitaptaki hikâyeleri anlayabilmişler miydi? Ya da ne kadar
nereye kadar anlamışlardı? Arka kapakta yetişkinleriyle birlikte okumaları
önerilmişti, öneriye uyan olmuş muydu? Bakalım neler sorulacaktı? "Öğretmenim"
diye başlayacak sorular, "Ne anlatmak istediniz? Niçin ağladı? Neden sevindi?"
diye son bulursa üzülecektim. Bu sorular, yazdıklarımın anlaşılmadığı anlamına
gelecekti.
Sınıfa
doğru ilerledikçe heyecanım katlanarak artıyordu.
Kapısı
açık duran kalabalık bir sınıfa girdiğimde bütün öğrenciler aynı anda ayağa
kalktı. Tıpkı kırk bir yıl öncesinde olduğu gibi. Fakat bir farkla. Bu defa
hepsinin elinde "Sevgiden Ötesi Var" adlı kitabım vardı. Beni kalpleri
hizasında tuttukları kitabımla selamladılar. Belli ki beni bekliyorlardı. Tam
karşılarına geçince hep bir ağızdan "Hoş geldiniz öğretmenim!" dediler. Sınıfı,
memnuniyetten öte mutlulukla selamladım. Birazcık ilkokul öğretmenliği
yıllarımdan söz ettim. Oturmalarını söyledim. Sözü; kitap, kültür, okuma,
başarı kavramları üzerinde bir iki dakika dolaştırınca bana soru soracak kıvama
geldiler. Dolaysıyla söyleşinin merkezine de yerleşmiş oldular. Öğrenci
merkezli olmayan derslerin, söyleşilerin çok da faydalı olamayacağına
inanıyordum.
Çocukça
soru, görüş ve değerlendirmelerle söyleşi su gibi akıp giderken bir ikaz geldi.
Öğleden sonra bu sevgili öğrencilerle Muğla Ticaret ve Sanayi Odası Konferans
Salonunda uzun uzadıya söyleşebilecektik. Şimdi acilen okul bahçesine inmemiz
gerekiyordu. Sözü bağlayıp, sınıftan ayrıldık.
Koridordaki ve merdiven başlarındaki tablolara hızlıca göz atarak
bahçeye indik. Bahçede okulun idarecileri, öğretmenleri, Sevgiden Ötesi Var'ı
okuyan bütün öğrenciler ve bir ıhlamur fidanı beni bekliyordu. Hatıra olarak
fidanı okul bahçesine dikecektim. Görevli sınıf öğretmeni Üzeyir Engin
Demirel'in yönlendirmesiyle oyun alanında toplanan öğrencilerin arasından yeşil
alana geçince dikeceğim fidanın, fidan için kazılmış çukurun, küreğin, can
suyunun, her şeyin hazır olduğunu gördüm. Ne güzel düşünülmüştü. İnsan boyuna
yakın uzunluktaki çatal gövdeli fidanı, köklerini sarmalayan toprağıyla
birlikte alıp besmeleyle çukurun tam ortasına yerleştirdim. Öğretmen arkadaşım
dik durması için üst tarafından tuttu. Ben küreğe sarılıp çukurun boş kalan
yerlerini doldurmaya başladım. Ben toprak attıkça fidanı tutan meslektaşım
toprağı bir ayağıyla pekiştirdi. Sonra küreği benden alarak kalan toprağı o
attı, düzenledi. Can suyunu verdik. Dikim işi tamamlanmış oldu.
Fidanın
dalına metal bir plaka asıldı. Plakanın üzerinde bu ağacın hangi vesileyle
dikildiği yazılıydı. Hatıra fidanın yanında, eşimle, okulun idareci ve
öğretmenleriyle fotoğraflar çektirdik. Öğrencilere biri Tataristan'ın Kazan
şehrinde Türk dünyasından Abdullah Tukay'ı anmak için gelen yazarlar şairler
adına düzenlenen ağaçlıkta, ikincisi Muğla Menteşe Borsa İstanbul İlkokulu
bahçesinde iki ıhlamur fidanımın olduğunu anlattım. Konuşma yapmak üzere
karşıma geçen bir öğrenci heyecandan ne söyleyeceğini unuttu, tutuldu kaldı.
Eğildim, yanaklarını avuçlarımın arasına alıp alnından öptüm. "Benim akıllı ve
güzel çocuğum. Niçin bu kadar heyecanlısın? Ben yabancı değilim ki.
Öğrencilerini çok seven bir öğretmenim. Tıpkı senin öğretmenin Üzeyir Engin Bey
gibi. Hadi şimdi konuş!" dedim. Çocuk bütün unuttuklarını hatırladı. Okullarını
ziyaretimden, kitabımdaki hikâyelerden, bahçelerine diktiğim fidandan dolayı
teşekkür etti. "Bu fidan büyüyecek ağaç olacak, biz de gölgesine oturup kitap
okuyacağız." dedi. Benimle birlikte öğrenci, öğretmen, veli, herkes alkışladı.
Okul
yeni sayılırdı. 2010-2011 öğretim yılında açılmış, ilk yıllar fazla ilgi
görmemişti. Çok geçmeden bina imkânları, idareci-öğretmen kadrosu, eğitim
öğretim kalitesi yönleriyle dikkatleri çekmiş öğrenci mevcudu giderek artmaya
başlamıştı. Şimdi oldukça kalabalık sınıflarda ders yapılıyor, ancak eğitim
öğretim kalitesinden ödün verilmiyordu. Borsa İstanbul, okuma etkinliklerini,
öğrenci yazar buluşmalarını önemseyen bir okuldu.
Bitişikte
piknik alanı gibi düzenlenmiş üstü kapalı oturacak yerleri, masaları,
barbeküleri bulunan, tertemiz, yemyeşil parka geçtik. Öğrenciler, öğretmenler,
veliler de oradaydı. Öğretmen veli iş birliği ile iştah açıcı, zengin masalar
donatılmıştı. Yaprak sarmaları, biber dolmaları, kekler, börekler, turşular,
ayran, Muğla halkası. Muğla halkasını çok sevdik. Eşim, hemen tarifini aldı.
Okulun
idareci ve öğretmenleri kadar velileri de cana yakın, saygılı ve misafiri seven
insanlardı. Öğrenciler, tıpkı ilkokul öğretmenliğini bıraktığım yıl oldukları
kadar içten, hareketli ve hayat doluydular. İyice sokulup elimden tutanlar,
soru soranlar oldu. Muhtemelen resim iş dersinde yaptıkları kuş, kuzu, kedi,
köpek gibi çeşitli evcil hayvan resimlerini armağan edenler oldu. Bana ilkokul
öğretmenliği yaptığım günleri özlemle hatırlattılar.
Muğla
Ticaret ve Sanayi Odası Konferans salonunda seksen öğrenci yirmiden fazla veli
ve öğretmen vardı. Sahne gerisindeki perdeye etkinliğimizin logosu
yansıtılmıştı. Salona girince minik ellerin alkışı başladı. Ön sırada bizim
için ayrılan yerlere ulaşıncaya kadar alkış devam etti. Salonda bulunanları
selamladıktan sonra oturdum.
İçeridekilerin
çoğu çocuk olmasına rağmen ortalık sessizdi. Bu saygılı sessizlik, okuldaki
başarılı eğitimle, velilerle kurulan uyumlu, sağlam diyalogla açıklanabilirdi.
Program
yöneticisi İsmail Zorba geniş sahnenin iki yanında duran iki masadan
bilgisayarlı olanın başına geçmişti. Kısaca özgeçmişimi okuyup beni sahnenin
diğer yanındaki beyaz örtülü, üzerinde kâğıt, kalem su, mikrofon bulunan masaya
davet edeceğini sanıyordum. O, benimle ilgili bir iki cümleden sonra bizim
göremediğimiz birine işaret ederek salonda yanan lambaların çoğunu söndürttü.
Ortalık alacakaranlık hâle gelince bilgisayara yöneldi, ardından salonu dolduran
bir hanım sesi ve perdeye yansıyan görüntüler.
Görüntüler
eşliğinde benim hayat hikâyem anlatılıyordu. Kurulan cümleler doğru, anlaşılır,
etkili ve güzeldi. Annemin babamın adına ve meşguliyetlerine kadar, ekmek
fırınlarında çalıştığıma, semt pazarlarında pazarcılık yaptığıma kadar pek çok
ayrıntıya ulaşılmıştı. Bu ayrıntılar, hakkımda hazırlanan tezlere, benimle
yapılan uzun mülakatlara kadar bakıldığını gösteriyordu. Seslendirilen metinin
emek verilerek hazırlandığı belliydi. Seslendirilmesi de ustacaydı. "Bir
tiyatro sanatçısı ya da bir radyo, televizyon sunucusu olmalı." diye geçirdim
içimden.
Görüntüler
de şaşırtıcıydı. Sıkça paylaşılanlarla birlikte arşivimde bulunup
bulunmadığından emin olamadığım, çok özel, çok güzel kareler gördük. Renkli fotoğrafların
bilinmediği siyah beyaz döneme ait fotoğraflar aktı gitti gözlerimizin önünden.
Altı yedi dakikalık görüntülü biyografi sunumu son derece şaşırtıcı ve güzeldi.
Çok beğendim.
Kısa
bir açıklamadan sonra gelen Sevgiden Ötesi Var'daki hikâyelerle ilgili
değerlendirme görüntüleri daha da şaşırtıcıydı. Kitabın arka kapağında yer
alan, "Zaten bu hikâyeler hem çocuklar hem yetişkinler tarafından okunsun,
özellikle de aile ortamlarında okunsun diye yazılmıştır." cümlesinde söylenen
aynen uygulanmış, kitap aile ortamlarında okunmuştu. Her hikâye ile ilgili dört
beş dakikalık değerlendirme videoları hazırlanmıştı. Videolarda çocuk ya
anneyle ya da babayla birlikteydi. Birinin elinde mutlaka kitap vardı. Bazı
videolarda hem çocuğun hem diğer kişinin elinde (anne ya da baba) kitap vardı.
"Yaman Buluşma" adlı hikâyenin değerlendirilmesi evin içinde değil, bahçesinde
yapılmıştı. Çocuk babasıyla bahçede değerlendirmesini yaparken tıpkı hikâyede
olduğu gibi yanlarına bir de köpek geliyor, sonuna kadar ayrılmıyordu.
Sunumlar
başarılı ve güzeldi. En güzeli de anne babaların çocuklarıyla birlikte kitap
okumaları, okuduklarını birlikte anlamaya çalışmalarıydı. "Bir il, Türkiye
kitap okuma sıralamasında ilk üç arasına nasıl girer?" sorusuna cevap gibiydi.
Anne babanın kitaba karşı ilgisi elbette çocuğu da etkileyecek, onu kitap
okumaya doğru yönlendirecekti.
İsmail
Zorba, her hikâye sunumundan sonra görüntüyü durdurdu, gözlerimizi perdeden
salona çevirdik, perdede izlediğimiz çocuğu yanında annesini ya da babasını
canlı olarak gördük, alkışladık. Bir sonraki hikâyeye geçtik.
Sunumlardan
sonra sahneye ben çağırıldım. Beyaz örtülü büyük masa benim için hazırlanmıştı.
Çocukları usandırmayacak uzunlukta ve seviyelerine uygun ifadelerle "kitap,
kültür, okuma" odaklı bir söyleşi gerçekleştirdik. Birkaç soru cevapladım.
İmzaya geçtik. Kısa bir süre içinde yüzden fazla kitap imzalamam gerekiyordu.
Çünkü bazı öğrenci, öğretmen ve velilerin ellerinde birden fazla kitap
görüyordum. Her kitap imzalatanın adını, kısacık da olsa bir iyi dilek
ifadesini, günün tarihini, ilin adını yazdıktan sonra imzalamalıydım. İmza
günlerimde hep böyle yapmıştım. Aksi halde boş bir imzanın ne kadar hatıra
değeri olacaktı ki. Öğrencileri, meslektaşlarımı, velileri fazladan bekletmek
de istemiyordum.
Eşimden
yardım alarak mümkün olan en kısa süre içinde imza işini hallettik.
Sıra
fotoğraf çektirmelere geldi.
Dinlenmek
üzere uygulama oteline bırakılırken akşam yemeği için yaylaya gideceğimiz,
havanın biraz serin olacağı için ona göre giyinmemiz gerektiği söylendi. Bizi
otelin bahçesinden alacakları saati de söylediler.
Bir
akşam yemeği için yaylaya çıkmak bize çok da anlamlı, mantıklı gelmedi.
Fazladan zahmet vermiş olacaktık. Üstelik karanlıkta manzaranın güzelliklerini
de keşfetmekten uzak kalacaktık. Yine de ev sahiplerimizin işine karışıp
"Karanlıkta ne işimiz var yaylada!" demedik. Neyi, nasıl plânladılarsa, ona
uymalıydık. Karanlık oluversin, belki bir yamaçtan Menteşe'nin ışıklarını
seyrederdik.
Sabah
ezanından beri ayakta oluşumuza, bölgeler arası yolculuğumuza, okul ve
kütüphane ziyaretlerimize, fidan dikme, öğrencilerle söyleşi, imza
etkinliklerimize rağmen yorgunluk duymuyorduk. Otel odamıza çıkıp da uzanınca
gerçeği anladık; meğer yorulmuşuz da farkında değilmişiz. Bir güzel dinlendik.
Uygulama
otelinin yüksek ağaçları olan geniş bahçesi vardı. Bahçesinde hafif ve
dayanıklı malzemeden yapılmış masaları, sandalyeleri vardı. Ağaç gölgesi, hafif
rüzgâr, Türk sanat müziğine karışan kuş sesleri ve taze çay. Daha ne olacaktı
ki. Dinlenmeye bahçede devam edebilirdik. Hazırlandık, montlarımızı alıp indik.
Üç gün sürecek Muğla maceramızı yazmayı düşünüyordum. O halde görerek,
anlayarak, yazmaya değer ayrıntıları yakalayarak bakmalıydım.
Boş masalardan gözlem yapmaya en uygun olanına oturduk. Bizi yaylaya götürmek üzere almalarına daha bir saatten fazla zaman vardı. Ağaçlara kuşlara, çevreye, caddeden geçen insanlara, arabalara bakınarak Muğla'ya özel bir şeyler yakalamaya çalıştık. Yeni bir ayrıntı yakalayamadıysak da sabah hava limanından gelip şehre girince ilk dikkatimizi çeken güzelliği pekiştirdik: Muğla'da özellikle de Menteşe'de sürücüler yayalara karşı saygılıydı. Yaya yola adım atar atmaz arabalar duruyor, geçiş gerçekleşinceye kadar bekleniyordu. Aynı trafik kanunları geçerli olduğu halde maalesef benim yaşadığım şehirde sürücülerin büyük bir kısmı bu kadar duyarlı değildiler.