Batı hiç bir zaman İstanbul ve Anadolu'nun Türklerin
elinde olmasını, içine sindirememiştir.
Bunun da nedeni çok basittir.
Ama biz bu basit neden üzerinde fazla düşünmek
istemiyoruz.
Hristiyan inancı hâlâ tüm şiddeti ile batıda hakimdir.
Batinin her kararlarının arka planında Hristiyan
inancı yatar.
Peki, bunun bizim topraklarla ne alakası var?
diyebilirsiniz..
Romalılar MS 70 yılında Süleyman Tapınağını yıkıp, tüm
Yahudileri Kudüs'ten sürdükten sonra, İsa'ya inanan bazı İseviler, Antakya'ya
göç ettiler.
Burada İsa'nın öğretisini yaymaya başladılar ve
dünyadaki ilk kiliseyi burada inşa ettiler.
Hatta "Hristiyan" kelimesi dünyada ilk defa
burada telaffuz edildi.
Hristiyanlığın peygamberi sayılan Aziz Paulus
Tarsus'ludur..
Aziz Paulus, İseviliği yaymak için çok uğraştı.
Paulus Anadolu'yu karış karış gezdi desek abartmış
olmayız.
Aziz Paulus, Kapodokya, Kilikya (Adana civarı) Galatya
(Ankara civarı) yaşayan insanlara mektuplar gönderdi, onları Hristiyan dinine
davet etti.
Böylece Anadolu'da Hristiyan inancı yayılmaya başladı.
MS 330 yılında Roma imparatoru Kostantin
Hristiyanlığın Romanın resmî dini olarak kabul edildiği toplantıyı İznik'te
topladı.
Hıristiyanlığın kutsal yedi kilisesi Anadolu'da inşa
edildi.
Bu kiliseler, Efes, İzmir, Bergama, Salihli, Akhisar,
Alaşehir ve Denizli kentlerimizde bulunuyorlar.
Hıristiyanlar Hacı olmak için Efes kenti ile Meryem
ananın Bülbül Dağındaki mekanını ziyaret ediyorlar.
İstanbul ve Ayasofya'nın Hristiyan dünyası için ne
anlama geldiğini, yazmıyorum bile.
Uzun lafın kısası Anadolu ve İstanbul Hristiyan
dünyası için kutsal topraklardı/ topraklardır.
Bunun için ABD ve Fransa başta olmak üzere II.Mahmut
zamanında beri İstanbul ve Anadolu'da bir çok misyoner okulları açtılar.
ABD'li misyonerler Ermeni ve Rum vatandaşlarımızı Protestan
yapmak için uğraşıyorlardı.
Bu gayretlere, Rumlar pek rağbet etmez iken Ermeni
vatandaşlarımız büyük ilgi gösterdiler.
Fransız misyonerler ise, yine Rum ve Ermeni
vatandaşlarımızı, Katolik yapmak için uğraşıyorlardı.
Müslüman ahali bu misyoner okullarına pek iltifat
etmiyorlardı.
Ama misyonerler, Yetimhanelere de el attığı için
buralardaki Müslüman çocuklarını da misyonerlerin yönetimindeki misyoner
okullarında okutuyorlardı.
Ermeni çocukları misyoner okullarında okudukça
mühendis, mimar, doktor oluyorlar ve her geçen günde zenginleşiyorlardı.
1822 yılında Fransız, ABD ve İngilizlerin desteği ile
Mora yarım adasında Yunanistan bağımsızlığına kavuşunca, İstanbul'da yaşayan
zengin Rumlar gözden düştüler ve bunlar Atina'ya göç etmek durumunda kaldılar.
Zengin Rumların boşalttığı yerleri doğuda zenginleşen
Ermeniler doldurmaya başladı.
Ermeniler akın akın batıya göç ediyorlardı.
Ticaret, müteahhitlik ve doktorluk gibi sektörler
Ermenilerin eline geçiyordu.
Türk köylüsü geçimini zor sağlıyor, toprak ağaları da
Ermeni, Rum tüccar ve müteahhitleri ile çalışıyorlardı.
İstanbul ve Anadolu'nun sosyo ekonomik haritası
Türklerin aleyhine değişiyordu.
Aslında bu sinsice uygulanan bir projenin ürünü idi ve
bu proje, ABD ve Fransa tarafından yürütülüyordu.
Böylece 20. Asra geldik.
I. Dünya savaşı çıkmıştı.
Dünya savaşına, darbe ile iş başına gelmiş İttihat ve
Terakki hükümetinin beceriksizliği yüzünden bulaşmak durumunda kaldık.
Ülke perişandı, ama Türk derin devletinin de bir planı
vardı.
25 Nisan 1915 günü İstanbul ve Anadolu'daki Ermeniler
mecburi göçe zorlanarak bugünkü Suriye ve Ürdün illerimize sürüldüler.
I. Dünya savaşını kaybetmemize rağmen son bir gayret
ile Mustafa Kemal Paşa ve silah arkadaşları ile Anadolu'yu 9. 9,1922 günü
kurtardık ve arkasında batının bulunduğu Yunan ordusunu yendik.
Bu zafer karşısında Ege bölgesinde yaşayan Rum
vatandaşlar Yunanistan'a göç etmeye başladılar.
Kurtuluş savaşından sonra, Mustafa Kemal paşanın
isteği ile 1923 yılında iç Anadolu'daki Rum vatandaşlar ile Yunanistan'daki Türklerin
mübadelesi sağlandı.
Böylece,
Kurtuluş savaşı ile batılı güçlerden,
Tehcir ile Ermenilerden,
Mübadele ile de Rumlardan temizlenen Anadolu tam
anlamı ile Türk yurduna dönüşüyordu.
Türkiye Cumhuriyeti, bu üç tarihi olay üzerine
kurulmuş oluyordu.
I. Dünya savaşının acıları bitmeden, 1939 yılında II.
Dünya savaşı çıktı.
Bu savaşa bulaşmadık.
II. Dünya savaşı 1945 yılına kadar devam etti.
II. Dünya savaşı Avrupa'nın üzerinden bir silindir
gibi geçmişti.
Avrupalılar, II Dünya savaşının tahribatını 1970 li
yıllara kadar ancak düzeltebildiler.
Batı ayağa kalkınca bir baktılar ki, Türkiye
Cumhuriyeti 45 milyonluk bir devlet olmuş.
Türkiye Cumhuriyeti alt yapısını bir yola sokmuş,
yaralarını sarmış bir Cumhuriyet haline gelmişti.
Avrupa bu halimizi içine sindiremedi.
2022 yılına kadar neler yaşadığımızı hepimiz yaşayarak
biliyoruz.
Bizi 1963 yılından beri AB kapısında utanmadan
bekleten bir Avrupa ile karşı karşıyayız.
Bati, bugün 85 milyon nüfuslu alt yapısını tamamlamış,
savunma sanayiinde bir noktaya gelmiş, sanayisini kurmuş bir Türkiye
Cumhuriyetini karşılarında görünce adeta çıldırıyorlar.
Türkiye'den kaçan teröristler, suçlular, solcular,
sözde dindarlar neden Avrupa ve batı devletlerine sığınıyorlar ?
Dost bir devlet bunlara izin verir mi?
Bunlar yetmiyormuş gibi, Batı, bizim iç işlerimize
karışmaktan bile çekinmiyor.
Halide Edip Adıvar "Devletler bizim
düşmanımızdır, milletler ise dostlarımızdır" der iken önemli bir detayın
altını çiziyordu.
Batılı devletler bizi kutsal toprakları olarak kabul
ettikleri bu coğrafyada istemiyorlar.
Ama biz de "Bu topraklarda on bin senedir
varız" diye, direniyoruz.
Olay budur, yaşananlara da, bu gözle bakmakta fayda
vardır.